Elektriğin olmadığı günler
Belki yeni nesil için çok garip gelir elektriksiz olmak. Elektrik olmadan yaşamın nasıl olduğunu hayal dahi edemezler. Çünkü Türkiye’de ortalama 1980 sonrası dünyaya gelenler elektriksizlik nedir görmediler ve bilmediler. Rahmetli Özal’ın konuya ilişkin mücadelesi sonucu ülkenin dört bir yanına elektrik dağıtılmaya başlanmıştır. Seksenlerde şehirlerde elektrik olmasına rağmen köylerde henüz tam anlamıyla yoktu.
Benim çocukluğumda bizim köyde elektriğin olmadığını hatırlarım. Akşam olduğu zaman her taraf zifiri karanlık olurdu. Gökyüzünde gördüğüm güzeller güzeli yıldızlı gökyüzünü sonrasında hala görebilmiş değilim. Odalarda duvara asılı gaz lambaları ile aydınlatma sağlanırdı. Loş ışık altında yapılan sohbetler uzayıp giderdi. Akşam o sohbetler edilirken göz kapaklarım yorulur ve kafamı annemin dizine koyup uyurdum.
O zamanlarda gece dinlenmek, gündüz ise çalışmak için vardı. Yaratılışa uygun olan bir şekilde geceler ve gündüzler yaşanırdı. Daha günün ağarmadan insanlar uykularından uyanırlardı. Erken uyunur, erken de kalkılırdı. Ve haliyle erkenden işlere başlanırdı. Sabah namazı kılındıktan sonra hayat başlardı. Rızık sabahın erken saatlerinde dağıtılır, diye inanılırdı. Rızkının peşinde olan insanlar yüzleri aydınlık bir şekilde güne başlayıp, gönül huzuru ile akşam evlerine dönerlerdi.
Şimdilerde geceleri çok geç saatlere kadar uyku uyunmuyor. Gece uykusu yeterince alınmadığı için gündüzleri de dinlenmemiş, gözleri de uykusuzluktan şişmiş olan insanları çokça görmekteyiz. Gündüz uykusu ne kadar uyunursa uyunsun asla gece uykusunun yerini tutmuyor. Sabahın erken saatlerinde olmasına rağmen güne beş sıfır yenik başlayan insanların verimli ve mutlu olmasını beklemek mümkün değil.
İlçe minibüsleri daha hava karanlık iken yola koyulurdu. Günün ilk ışıklarıyla da şehre varılırdı. Zifiri karanlık olur, sabaha yakın olan o saatler. Göz gözü görmez deyim yerindeyse. Köy otobüsünün farları aydınlatır ortamı ilk olarak. İnsanlar şehre gitmeden önce, herkes toplaşıncaya kadar minibüsün etrafında kısa sohbetler ederlerdi. Bu yolculuklarda unutamadığım bir şey vardı ki, o da amcamın yolculuk öncesi fırından aldığı ekmeği dağıtmasıydı. Kendisine ekmekleri neden dağıttığını sorduğumda bana “Sadaka kazayı belayı def eder yavrum!” demişti, hiç unutmam. Yıllar sonra peygamberimizin “Az sadaka çok belayı engeller.” hadisini okumuştum. İnsanlar geleneksel olarak zaten bunu yaşamaktaydılar.
Biz çocuklar elektriğin olmadığı o zamanlar ve sonrasında elektrik olsa da iletişim teknolojilerinin çok yaygın olmadığı yıllarda masallarla büyüdük. Masallar anlatıldığında hayallere dalar ve öylece uykuya dalardık. Masallarımız ve masal kahramanlarımız vardı. Yenidünya masallarımızı ve iyi olan masal kahramanlarımızı elimizden aldı. Şimdilerde yapılan araştırmalar, çocukların masal bilmedikleri; bilakis çizgi film karakterlerini bildiklerini gösteriyor.
Elektriğin olmadığı dönemlerde, bugüne nazaran daha fazla iletişim halinde olduklarını söyleyebilirim. İnsanlar hastalıkta, cenazede, kazada ve belada bir araya gelir ve müthiş bir dayanışma sergilerlerdi. Düğünlerde ve bayramlarda toplanarak da sevinçler paylaşılırdı. Yani sevinçler de ve hüzünler de hep beraber yaşanırdı. Acılar paylaşılır ve öylece azalırdı. Sevinçler de paylaşılır ve öylece çoğaltılırdı.
Ziyaretler sıklıkla yapılırdı. Misafirperverlik öne çıkardı. Akraba eş dost böylece kaynaşır ve tanışırlardı. Misafirlikler, bugün olduğu gibi eziyet değil; tam terine huzur kaynağıydı. İnsanlar gündemlerine göre değişik konularda birbirleriyle sohbet ederlerdi. Sohbet o günlerin en belirgin unsurudur, dersem yerinde olur.
Bugünlerde birileriyle sohbet etmek neredeyse mümkün değil. Dikkat ederseniz, artık birbirimizle konuşmuyoruz. Yalnızlaştık iyiden iyiye. İçimizi açacağımız ya da içimizi dökeceğimiz kimse yok etrafımızda. Dertler gittikçe büyümekte iken, sevinçler de kursaklarda kalmaktadır. Psikologlara dert anlatmaya ya da içini dökmeye giden milyonlarca insan var artık.
Yenidünyada iletişim kurmak çok kolaylaştı. İmkânlar eskiye oranla çok iyi. Haliyle ne bekliyoruz; daha çok iletişim ve etkileşim kurmayı bekliyoruz. “Ulaşmak ve erişmek bu kadar kolayken nasıl oluyor da birbirimizden koptuk?” diye soramadan edemiyorum. Martin Luther “Havada uçmayı öğrendik, suda yürümeyi öğrendik ama birbirimizle konuşmayı öğrenemedik” diyordu. Eskiden iyi ya da kötü birbirimizle konuşuyorduk, hiç olmazsa. Geldiğimiz noktada konuşmayı biliyoruz ama birbirimizle konuşmuyoruz artık.